avatar

ÖZET

Bu çalışma, küresel ticaretin son çeyrek yüzyılda geçirdiği çok katmanlı dönüşümü analiz etmekte; özellikle 2008 Küresel Krizi, Kovid-19 salgını, Rusya-Ukrayna savaşı ve ABD-Çin rekabeti gibi kırılma anlarının, küresel ticaretin doğasını nasıl köklü biçimde yeniden şekillendirdiğini ortaya koymaktadır. Küresel ticaret artık yalnızca ekonomik değil; jeopolitik, teknolojik ve çevresel parametreler üzerinden tanımlanan bir alan haline gelmiştir. “friend-shoring”, “nearshoring”, “stratejik kopuş” (strategic decoupling) gibi kavramların yükselişi, verimlilikten ziyade güvenlik ve siyasi uyumun ticaret kararlarını belirlemeye başladığını göstermektedir.

Günümüzde ticaret savaşları etiketi altında gelişen ABD-Çin hattındaki hegemonya mücadelesi, kendini nadir elementler, dijital altyapılar ve kritik ham maddeler gibi alanlarda gösterirken Dünya Ticaret Örgütünün işlevselliğini yitirmesi, Kapsamlı ve İleri Düzey Trans-Pasifik Ortaklığı (CPTPP), Bölgesel Kapsamlı Ekonomik Ortaklık (RCEP) ve Afrika Kıtasal Serbest Ticaret Anlaşması (AfCFTA) gibi bölgesel ve tematik ticaret bloklarının yükselişini beraberinde getirmektedir.

Bu bağlamda, yeni dünyada tesis edilen küresel ticaret dönüşümü korumacılıkla açıklanamayacak kadar derin bir yapısal yeniden yapılanma sürecine işaret ederek ülkeler arasındaki mesafenin sadece fiziki olarak değil kültürel, dijital ve yönetişimsel olarak ifade edilmesine sebep olmaktadır. Bu bağlamda, Türkiye’nin başta AB olmak üzere geleneksel pazarlarda doygunluk seviyesine ulaşmasından hareketle yeni ihracat, rekabet ve büyüme alanları için farklı stratejiler ışığında ürün ve pazar çeşitlendirmesi patikalarını izlemesi faydalı olacaktır.

Türkiye’nin küresel ticarette konumlanmasının, statik değil dijital altyapı, kültürel uyum ve yönetişim kapasitesi gibi yapısal faktörlerle zenginleşen dinamik, çok katmanlı ve çok taraflı bir dış ticaret vizyonuyla yeniden şekillenebileceğini tartışan bu çalışma sonuç olarak Türkiye’nin bu yeni düzen içinde nasıl yeniden konumlanabileceğine ilişkin stratejik öneriler sunmaktadır.

Anahtar Kelimeler: Uluslararası Ticaret, Ticaret Politikası, Sürdürülebilir Büyüme, İhracata Dayalı Büyüme Modeli, İhracat Çeşitlendirmesi

Seeking New Perspectives in a Multipolar Global Trade Landscape

ABSTRACT

This study explores the multifaceted transformation of global trade over the past quarter-century, highlighting the disruptive impact of major global events such as the 2008 financial crisis, the COVID-19 pandemic, the Russia–Ukraine war, and the escalating strategic rivalry between the United States and China. These developments have profoundly reshaped the global trade landscape, shifting it beyond traditional economic frameworks toward a domain increasingly defined by geopolitical tensions, technological dependencies, and environmental imperatives.

The emergence of new trade paradigms—such as “friend-shoring,” “nearshoring,” and “strategic decoupling”—underscores a transition from efficiency-based trade models to ones rooted in national security, political alignment, and strategic autonomy. Simultaneously, the declining effectiveness of multilateral institutions like the World Trade Organization has coincided with the rise of regional and thematic trade blocs, including the CPTPP (Comprehensive and Progressive Agreement for Trans-Pacific Partnership), RCEP (Regional Comprehensive Economic Partnership) and AfCFTA (African Continental Free Trade Area), reflecting a more fragmented and multipolar trade order.

In this evolving context, the study examines how Türkiye can reposition itself within global trade by adopting a more dynamic, multi-layered strategy. Given the saturation of traditional markets—especially the EU—Türkiye is advised to pursue diversified export pathways that integrate structural elements such as digital infrastructure, cultural adaptability, and governance capacity.

The study concludes by offering policy recommendations for shaping a resilient and forward-looking trade vision that reflects the complex, politicized nature of today’s global trade environment.

Keywords: International Trade, Trade Policy, Sustainable Growth, Export-Led Growth Model, Export Diversification

GİRİŞ

Küresel ekonomide son çeyrek yüzyıldır yaşananlar, dönüşüm sürecinin farklı alanlar itibarıyla çok boyutlu bir yapıda süregeldiğini göstermektedir. 2008 Küresel Ekonomik Kriz’den itibaren hız kazanan bu çok boyutlu ve katmanlı dönüşüm, Kovid-19 salgını ve sonrasındaki süreçle birlikte derinleşmiş; Rusya – Ukrayna savaşı, ABD – Çin ticari ve stratejik rekabeti ile iklim krizi gibi gelişmelerle daha karmaşık bir hal almıştır. Bu gelişmeler, sadece ekonomik değil, aynı zamanda siyasal, teknolojik ve çevresel boyutları olan yeni bir küresel düzenin şekillenmekte olduğunu bizlere göstermektedir. Ticaret, yeniden tesis edilen bu düzenin belki de en dinamik ve en çok etkilenen alanlarından biri olarak, geleneksel kavramları ve kalıpları geride bırakan yeni bir döneme kapılarını aralamaktadır.

Kovid-19 salgını tedarik zincirlerinin kırılganlığını gözler önüne sererken sonrasındaki süreçle birlikte uluslararası üretim ve değer zincirlerinin yeniden yapılandırılması gereği kendisini, artan korumacılık eğilimleri, bölgeselleşme ve ticaretin jeopolitik bir enstrümana dönüşmesi; ülkelerin dış ticaret stratejilerini baştan gözden geçirmeleri gibi unsurlarla göstermektedir. Günümüzde “friend-shoring”, “nearshoring” gibi kavramların yükselişi, sadece ekonomik verimliliği değil, aynı zamanda güvenlik ve siyasi uyum unsurlarını da dikkate alan yeni bir ticaret mantığının egemen olduğunu ortaya koymaktadır. Bu bağlamda, yalnızca ekonomik rasyonalite değil, aynı zamanda stratejik öngörü, diplomatik uyum ve yönetişim kapasitesi de dış ticaretin yönünü tayin eden belirleyiciler hâline gelmiştir.

Uluslararası ticaret düzleminde gözlemlenen bu dönüşüm süreci aslında teknik bir yeniden yapılanmadan ziyade bir vizyon dönüşümü olarak da tanımlanabilir. Ticaretin ekonomi bir unsur olmasının yanında aynı zamanda derin bir jeopolitik öğe olarak yeniden tanımını, liberal düzenin varsayımlarını kökten değiştiren sistemik bir kırılma olarak nitelendirmek mümkün. Bugün, dünyada en fazla ticaret hacmine sahip ülkelerin ‘savaşa’ dönüşen ‘dalaşlarının’ aslında klasik bir ticaret savaşından ziyade bir küresel hegemonya mücadelesi şeklinde tezahürü de bunun en basit örneklerinden biri olarak karşımıza çıkıyor.

‘Trump 1.0’ olarak adlandırılan dönemde özellikle çelik ve alüminyum sektörleri için hayata geçirilen gümrük tarifesi artışları ve ithalat artışları aslında bugünün ayak sesleri olarak değerlendirilebilir. ABD o zaman da Çin’den ithal edilen yüz milyarlarca dolarlık ürüne ek vergiler getirerek yalnızca ticaret açığını azaltma niyeti gütmemiş, aynı zamanda Çin’in ekonomik, teknolojik ve stratejik yükselişini dizginlemeyi hedeflemiştir. Buna karşılık Çin’in simetrik misillemeleri ve küresel kamuoyunda ticaret savaşı olarak nitelendirilen bu süreç, özünde bir güç rekabetinin ticaret üzerinden yürütüldüğünün de yakın geçmişteki en belirgin örneği kabul edilebilir.

Günümüzde takip etmesi hayli karmaşık bir hal alan ve çok hızlı bir haber akışının ürünü haline dönüşen ABD – Çin arasındaki gerilimi sadece bir ticaret savaşı olarak görmek yanıltıcı olacaktır. Aslında yaşanan, Soğuk Savaş sonrası dönemin çok kutuplu bir düzene evrilmesiyle bağlantılı, kapsamlı bir sistemsel güç rekabetidir. Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi (BRI), dijital para teknolojilerindeki ilerlemesi, Afrika ve Latin Amerika’da artan ekonomik etkisinin, ABD açısından yalnızca ekonomik değil, stratejik bir tehdit olarak algılandığı aşikâr. Nitekim, ABD’nin Çin’e karşı geliştirdiği kısıtlama politikaları —örneğin Çin menşeli teknoloji firmalarına yönelik yaptırımlar, ihracat kontrolleri ve yabancı yatırımlara ilişkin sınırlamalar— bu rekabetin ticaretin ötesine taşındığını göstermektedir.

Hele ki Çin’in nadir elementler ve kritik ham maddeler alanlarında sahip olduğu jeostratejik güç, bu çekişmenin aynı zamanda bir güvenlik meselesi haline dönüştüğünün de göstergesidir. AB Komisyonu’nun raporuna göre Çin, dünya genelinde kritik olarak belirlenen 34 ham maddenin 25’inde dünyanın en büyük tedarikçi konumundadır (AB Komisyonu, 2023). Bununla birlikte, Çin’in izlediği ‘üretimden politikaya’ entegre stratejisi, kritik minerallerde sadece rekabetçiliğe değil aynı zamanda da jeostratejik ve jeoekonomik bir üstünlüğe sahip olmasını da beraberinde getiriyor. Bu gelişmeler ışığında, ABD Başkanı Donald J. Trump’ın ‘Grönland çıkışlarını’, Ukrayna ile kritik mineraller alanında anlaşmaya varabilmek için Ukrayna – Rusya Savaşı’nı konu etmesini bu bağlamda okumakta fayda var.

Bugün ABD’nin bu müdahaleci yaklaşımının yalnızca Çin’e yönelik değil, genişleyen Asya-Pasifik eksenine karşı geliştirilmiş stratejik bir yönelimi de içerdiği görülmektedir. Güney Kore, Vietnam, Endonezya gibi yükselen üretim üslerinin artan rekabet gücü, ABD’nin küresel değer zincirlerinde daha kontrollü ve dost temelli bir yeniden yapılanma ihtiyacını gündeme getirmiştir. İşte tam bu noktada, çalışmanın başında da zikredilen “friend-shoring” “near-shoring” ve “strategic decoupling” gibi kavramların yükselişi tesadüf değildir. Bu yeni yapı, yalnızca verimlilik değil, aynı zamanda jeopolitik uyum ve değer temelli ortaklıkları öne çıkaran bir ticaret mimarisi doğurmaktadır. İşte tam da bu yüzden ABD, tedarik zincirlerinde Asya’ya olan bağımlılığı azaltmak amacıyla siyasi olarak uyumlu – ya da uyumlanabileceğini düşündüğü – ülkelerle üretim ağlarını yeniden yapılandırmayı hedeflemekte, bu hedefini de yalnızca ekonomik rasyonaliteye değil, aynı zamanda jeopolitik güvenliğe dayalı bir seçici küreselleşme modelini teşvik ederek yerine getirme yönünde adımlar atmaktadır.

Öte yandan günümüz ayrıca, Atlantik’in iki yakasının tarihte hiç olmadığı kadar birbirinden soğuduğu bir dönem olarak karşımıza çıkmaktadır. Geçmişte Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı (TTIP) gibi tarihte hacmi ve kapsamı bakımından eşine benzerine zor rastlanır bir iş birliğinin kıyısından dönen ABD ve AB, geçmiş günlerin aksine bugün çıkar çatışmaları sebebiyle kamuoyunun önünde ‘düşman’ ya da ‘rakip’ tabirlerini dahi kullanmaktan çekinmeyen bir konumda. ABD’nin iç ekonomisini korumaya yönelik olduğunu ifade ederek attığı adımlar AB tarafından açıkça ticaretle bağdaşmayan, korumacı adımlar olarak değerlendirilmiş ve misillemeyle karşılık verileceği ifade edilmiştir. Bütün bu gelişmeler de Batı dünyasının dahi kendi içinde bir ticaret uyumsuzluğuna sahip olduğunu ve aslında bu uyumsuzluğun jeopolitik taraflarının dikkate alınması gerektiğini bizlere göstermektedir.

Geçtiğimiz yıl Ekonomi Gazetesi’nde yayımlanan bir köşe yazımda uluslararası kuruluşların giderek daha işlevsiz hale gelişini bir Pirus Zaferi’ne benzeterek büyük beklentilerle düzenlenen zirvelerin, konferansların, konseylerin; söz konusu uluslararası kuruluşların işlevsizliğini biraz daha gözler önüne seren birer ‘sözde zafer’den ibaret olduğunu ifade etmiştim (Duman, 2024). Söze başladığımız andan itibaren çerçevesini çizmeye çalıştığımız dönüşüm sürecinde Dünya Ticaret Örgütünün (DTÖ) işlevselliği de ciddi biçimde sorgulanır hale gelmiştir. 1990’lardan itibaren küresel ticaretin kurallarını belirleyen temel yapı olan DTÖ hem karar alma süreçlerindeki tıkanmalar hem de anlaşmazlık çözüm mekanizmasının devre dışı kalması nedeniyle etkisini büyük ölçüde yitirmiştir. Özellikle ABD’nin temyiz organı atamalarını engellemesi, DTÖ’nün norm koyucu ve hakemlik rolünü fiilen askıya almıştır. Bu gelişme, çok taraflı kurallar sisteminden uzaklaşmayı hızlandırmış ve bölgesel ve tematik ticaret bloklarının ön plana çıkmasına yol açmıştır.

Nitekim bu dönemde, yeni nesil ticaret ortaklıkları uluslararası ekonomik etkileşimde belirleyici aktörler haline gelmiştir. Kapsamlı ve İleri Düzey Trans-Pasifik Ortaklığı (CPTPP), Bölgesel Kapsamlı Ekonomik Ortaklık (RCEP) ve Afrika Kıtasal Serbest Ticaret Anlaşması (AfCFTA), Latin Amerika’daki MERCOSUR gibi ticaret ve yatırım ortaklıkları, klasik DTÖ yaklaşımının ötesine geçen, veri paylaşımı, dijital ticaret, sürdürülebilirlik ve yatırım koruması gibi konuları da içeren çok boyutlu düzenlemeler içermektedir. Bu yeni nesil anlaşmalar, yalnızca mal ticaretini değil, aynı zamanda stratejik teknoloji paylaşımını ve yatırım yönetişimini de kapsamına alarak, ticareti jeoekonomik düzenin bir parçası haline getirmektedir.

Dolayısıyla, küresel ticaretin günümüzdeki dönüşümü; korumacılık ve serbestleşme arasındaki basit bir salınım değil, çok katmanlı bir yapısal yeniden yapılanma sürecidir. Bu süreçte ticaret, yalnızca arz-talep dengesine göre değil; güvenlik, teknoloji, çevre ve jeopolitik uyum parametrelerine göre yeniden tanımlanmaktadır. Türkiye gibi yükselen ekonomiler için bu yeni düzen hem belirsizlikleri hem de yeniden konumlanma fırsatlarını içinde barındırmaktadır. Bölgesinde güçlü ve küresel ticaret zemininde yükselen bir aktör olarak Türkiye’nin de bu dönüşüm karşısında dış ticaret stratejilerini statik bir anlayışla değil, dinamik, çok katmanlı ve çok taraflı bir perspektifle yeniden inşa etmesi zaruridir. Bu bağlamda, başta “Uzak Ülkeler Stratejisi” gibi ticari açılım politikalarının başarısı, bu dönüşümün doğru okunması ve stratejinin bu yeni küresel gerçekliğe uyarlanmasıyla doğrudan ilişkilidir.

TÜRKİYE YENİDEN TESİS EDİLEN KÜRESEL TİCARET DÜZLEMİNİN NERESİNDE?

Türkiye ekonomisi için ihracat, büyümenin sürdürülebilirliği ve cari dengenin iyileştirilmesi açısından bir oksijen işlevi görür. 2000’li yıllardan itibaren ihracat odaklı kalkınma yaklaşımı doğrultusunda birçok ülkeye erişim artırılmış; ancak özellikle Avrupa Birliği başta olmak üzere geleneksel pazarlarda doygunluk seviyesine ulaşılmıştır. Duman (2024) yerleşik yüksek payının kazanımı zorlaştırdığını ortaya koyarak Türkiye’nin Gümrük Birliği Anlaşması ile birlikte geride kalan çeyrek yüzyılda pazar payını iki katından fazla artırdığı Avrupa Birliği pazarında bundan sonraki süreçte ihracat rekabetçiliğini güçlendirecek daha stratejik adımlar gerektiğini ifade eder.

Pazar farklılaştırması etkin olarak hayata geçirildiğinde firmaların ve ülkelerin ihracat performansını faktörlerin başında gelir. Hesse (2008) özellikle gelişmekte olan ülkeler için ihracatın çeşitlendirilmesinin ihracat gelirlerindeki dalgalanmaları azaltarak ve hammadde ticaretinden kaynaklanan olumsuz etkilere karşı koruma sağlayarak ekonomik büyümeyi destekleyen güçlü bir araç olduğunu vurgulayarak ekonomik kalkınma sürecini ülkelerin “yoksul ülke mallarından” “zengin ülke mallarına” geçişini gerektiren bir süreç olduğuna ve dolayısıyla ihracatın çeşitlenmesi bu yapısal dönüşümün merkezinde yer alarak kişi başı gelir artışını istatistiki olarak anlamlı biçimde olumlu etkilediğine işaret eder. Xuefeng ve Yaşar (2016) ihracat pazarlarını çeşitlendiren firmaların başlangıçta bilgi ve deneyim eksikliği nedeniyle verimlilik kaybı yaşasalar da belirli bir eşiği aştıktan sonra ölçek ve kapsam ekonomilerinin etkisiyle daha düşük ortalama maliyetlere ve daha yüksek verimliliğe ulaştıklarını, dolayısıyla ihracat pazarlarının çeşitlendirilmesinin uzun vadede firma performansını artıran stratejik bir yatırım olduğunu ortaya koymaktadır. Guo vd. (2020) ise ihracatta pazar farklılaştırmasının, sadece mevcut pazarlara yakınlıkla değil, uzak pazarlara erişimi de içeren yeni yöntemlerle ekonomik kalkınma ve ihracatın niteliğini artırmanın anahtarı olduğunu ifade eder.

Literatürün ışığında Ticaret Bakanlığınca kamuoyuyla paylaşılan Uzak Ülkeler Stratejisi de Türkiye’nin ihracat performansını güçlendirmek amacıyla pazar farklılaştırmasının hayata geçirilmesini hedeflemektedir. Strateji kapsamında belirlenen 18 ülke, ülkemize uzak mesafede bulunan, 2018 – 2020 yılları ortalama ihracatımızın ülke ithalatından aldığı payın ülkemizin dünya ihracatından aldığı yaklaşık pay olan %1’in altında olduğu ve 2018 – 2020 yılları ortalama dünyadan ithalatı 60 milyar dolar ve üzerinde olan ülkeler olarak seçilmiştir. Dönemin Ticaret Bakanı Sn. Mehmet Muş tarafından “Ortalama 3 bin 65 kilometre olan ihracat menzilimizi dünya ortalaması olan 4 bin 744 kilometrenin üzerine çıkarmak için harekete geçiyoruz. İhracatımızın geleneksel ürün-pazar yapısını bir ileri aşamaya taşıyarak yeni ürün ve yeni pazar çeşitliliğine odaklanıyor, böylece rotamızı uzak ülkelere çeviriyoruz. Bu anlayışla Bakanlığımızca yapılan analitik çalışmalar neticesinde ülkemize 2 bin 500 kilometreden uzak mesafede bulunan, dünyadan ithalatı 60 milyar doların üzerinde olan ve ithalatından aldığımız payın %1’in altında olduğu 18 ülkeyi Uzak Ülkeler Stratejisi kapsamında ticaretimizin geliştirilmesine yönelik hedef ülkeler olarak belirledik.” sözleriyle kamuoyuna açıklanan Uzak Ülkeler Stratejisi doğrultusunda pazara giriş stratejileri, ticaret heyetleri, alım heyetleri, ticari istihbarat faaliyetleri, fuar katılımları ve lojistik destekleri gibi çok sayıda politika aracı öngörülmüştü.

Ticaret Bakanlığınca 2022 yılında resmen ilan edilen ve 2025 yılında da güncellenen Uzak Ülkeler Stratejisi, Türkiye’nin dış ticaret politikasında stratejik bir yön değişikliğini temsil etmektedir. Stratejinin temel amacı, Türkiye’nin mevcut ihracat yapısında ağırlığı olan coğrafi yakın pazarların ötesine geçerek; Latin Amerika, Sahra Altı Afrika, Güney ve Doğu Asya gibi fiziksel olarak uzak ancak yüksek büyüme potansiyeline sahip ülkelere ihracatın artırılmasıdır. Ancak bugünün küresel ticaretinin yönünü belirleyen dinamikler, yalnızca arz ve talep koşullarından ibaret değildir. Hedef pazarlarda makroekonomik istikrarın yanı sıra yönetişim kalitesi, hukukun üstünlüğü, ticaretin dijitalleşme düzeyi ve karbon ayak izine dayalı ticaret normları gibi karmaşık yapısal unsurlar, ülkelerin dış ticaret stratejilerinde temel belirleyiciler hâline gelmiştir. Dolayısıyla, günümüzde uzaklık, sadece fiziki uzaklıktan ibaret değil daha katmanlı bir yapıda değerlendirilebilir. Kültürel uzaklık, kurumsal uzaklık, dijital altyapı farklılıkları, iş yapma ortamının öngörülebilirliği ve diplomatik ilişkilerin düzeyi gibi yapısal faktörler, bugünün ticaret yapısında rekabet eden ülkelerin rekabetçilik stratejilerinin belirleyicileri arasında kendisine yer bulur.

Günümüzde küresel ticaret kompozisyonunun stratejik derinleşmesi ve yapısal dönüşümü ne var ki, Uzak Ülkeler Stratejisi’nin etkinliğini sadece coğrafi mesafenin aşılmasıyla değil, aynı zamanda bu pazarların ekonomik, kurumsal, teknolojik ve diplomatik özelliklerinin derinlikli biçimde analiz edilmesiyle mümkün olmasını beraberinde getiriyor. Günümüzde ticaretin coğrafyasını belirleyen temel faktörler; makroekonomik istikrar, yönetişim kalitesi, dijital ve yeşil dönüşüm kapasitesi ile bölgesel jeopolitik aidiyetler haline gelmiştir. Bu bağlamda, Türkiye’nin Uzak Ülkeler Stratejisi’ni günümüz küresel dönüşüm dinamikleri ışığında yeniden ele alması ve stratejisini bu yapısal gerçekliklere göre yeniden değerlendirilmesi, Türkiye’nin ihracata dayalı büyüme modelinin etkin ve daha güçlü bir şekilde uygulaması için zaruri bir durum ihtiva etmektedir. Bu bağlamda ülkemizin, küresel tedarik zincirlerinin yeniden şekillendiği, bölgesel bloklaşmanın derinleştiği, korumacılığın arttığı ve ticaretin çok taraflı kurallardan uzaklaştığı bir ortamda, ihracat çeşitlendirmesi politikalarını yeniden yapılandırılmasının faydalı olacağı değerlendirilmektedir.

PEKİ YA NASIL?

Zor, oyunu bozar diye bir söz vardır. Kovid-19 salgınıyla birlikte küresel ticarette ezberlerin bozulduğu, günümüz ticaret politikalarıyla birlikte ise bozulan bu ezberlerin yerine oyunun baştan kurulduğu bir dönemi hep birlikte yaşıyoruz. Bu noktada, ülkemizin güçlü ve sürdürülebilir büyüme performansının devamı ve bu performansta ihracatın payının giderek çok daha fazla güçlenmesi için ticaret politikamızın çok boyutlu ve yapısal bir önceliklendirme modeli ile yeniden kurgulanması gerekmektedir.

Peki bu noktada, Türkiye’nin ürün ve Pazar farklılaştırmasında yeni dünya dinamiklerini de dikkate alarak ne önerebiliriz?

Önerimizden ilki, ülkeler arasındaki ‘mesafeyi’ sadece kilometre olarak değil düzenlemeler, dünyaya bakış açısı, sürdürülebilirlik hedefleri ve diplomatik ilişkiler bağlamında da ele alan bir stratejik uyum endeksinin dikkate alınması olabilir. Hedef ülkelerin fiziki mesafelerine ek olarak, ekonomik karmaşıklık düzeyleri (ECI), yönetişim göstergeleri (World Governance Indicators), ticarette dijitalleşme kapasiteleri, çevresel sürdürülebilirlik hedefleri ve Türkiye ile olan diplomatik ilişkileri dikkate alan kompozit bir endeks ile ülke önceliklendirmesi yapılmalıdır. Bu sayede “fırsat maliyeti yüksek ama potansiyeli sınırlı” ülkeler elenirken, gerçek anlamda stratejik iş birlikleri kurulabilecek pazarlar önceliklendirilmiş olacaktır.

İkinci olarak Türkiye’nin rekabet avantajına sahip olduğu sektörler (ör. otomotiv yan sanayi, makine-teçhizat, gıda işleme, savunma sanayii) ile hedef ülkelerin ihtiyaç duyduğu ürün ve hizmetler arasında sektörel uyum analizleri yapılmalı, kümelenme temelli ihracat destekleri bu ülkelere yönlendirilmelidir.

Üçüncü olarak yeni dünyanın olmazsa olmazları olan yeşil ve dijital dönüşümü önceleyerek hedef ülkelere yönelik ihracat politikaları, Avrupa Yeşil Mutabakatı, sınırda karbon düzenlemesi ve dijital ticaret gibi yeni normlara uygun şekilde tasarlanmalıdır. Türkiye’nin yeşil dönüşüm süreci ile entegre olmayan bir stratejinin, uzun vadede rekabet gücü sağlayamayacağı açıktır.

Son olarak, ülkelerle ticari ilişkiler kurmanın ön koşullarından birinin yalnızca ürün satmak değil, o ülkenin ekonomi politiğini anlamak ve buna uygun kurumsal varlıklar geliştirmek olduğu ışığında, ticaret müşavirliklerinin güçlendirilmesi, ticaret ve yatırım ofislerinin açılması, diaspora ağlarının aktif kullanımı ve kamu-özel iş birliği modellerinin teşvik edilmesi, yani ticaret diplomasisi uygulamalarımızın güçlenmesi, yeni dönem ticaret politikamızın kurumsal boyutunu sağlamlaştıracaktır.

SONUÇ YERİNE

Küresel ekonomi ve ticaret yapısı, içinde bulunduğumuz dönemde sadece konjonktürel değil, yapısal ve paradigmatik bir dönüşüm geçirmektedir. Ticaret artık yalnızca rekabet gücüne değil, aynı zamanda jeopolitik pozisyonlanmaya, teknolojik kapasiteye, çevresel sürdürülebilirliğe ve stratejik uyuma dayalı olarak şekillenmektedir. Bu yeni düzen, ülkeleri dış ticaret stratejilerini yeniden düşünmeye ve klasik pazarlara bağımlılığı azaltarak alternatif ve daha dirençli ticaret rotaları geliştirmeye zorlamaktadır.

Türkiye’nin 2022 yılında ilan ettiği Uzak Ülkeler Stratejisi, bu doğrultuda atılmış önemli bir politika adımıdır. Strateji, ihracatın coğrafi dağılımını çeşitlendirmeyi, yüksek büyüme potansiyeline sahip ancak ihmal edilmiş pazarlara erişimi artırmayı ve böylece dış ticarette yapısal bir açılım gerçekleştirmeyi hedeflemektedir. Ancak bu stratejinin etkinliği, yalnızca fiziki uzaklık ilkesine dayalı bir ülke listesiyle değil, küresel sistemdeki dönüşümün çok boyutlu doğasına cevap verebilecek nitelikte bir stratejik çerçeveyle mümkündür.

Bu çalışma kapsamında ortaya konan tartışmalar şunu göstermektedir: ticaretin yeni doğasında başarıya ulaşmak için coğrafi mesafe kadar, hatta ondan daha fazla, kurumsal yakınlık, siyasi uyum, dijitalleşme kapasitesi ve yeşil dönüşüm potansiyeli gibi göstergeler önem kazanıyor. Ayrıca ticaretin yönünü sadece arz ve talep dengesi değil, büyük güç rekabeti, bölgesel entegrasyon dinamikleri ve teknoloji temelli küresel ayrışmalar da belirlemektedir. Bu bağlamda, Türkiye’nin Uzak Ülkeler Stratejisi’nin yeni dönem dinamikleri kapsamında gözden geçirilmesi hem ülkemizin ihracat rekabetçiliğinin güçlenmesi hem de ihracata dayalı büyüme performansımızın ivmelenmesi açısından büyük önem arz etmektedir.

Bu çalışmamızla birlikte Türkiye’nin küresel ticaretin yeni yapısına uyum sağlayabilmesi ve stratejik açılım arayışlarını daha sürdürülebilir bir zemine oturtabilmesi için bir dizi politika önerisi geliştirilmeye çalışılmıştır. Bunlar arasında hedef ülke seçiminde çok değişkenli önceliklendirme çerçevesi oluşturulması, sektör bazlı eşleştirmelerin yapılması, kurumsal ticaret diplomasisinin güçlendirilmesi, dijital ve yeşil uyum kriterlerine göre ihracat desteklerinin yeniden yapılandırılması ve kamu-özel iş birliği temelinde risk paylaşımı mekanizmalarının kurulması öne çıkmaktadır.

Türkiye için yeni dönemde sadece ihracat hacmini artıracak dış ticaret hamlelerinden ziyade yeni küresel düzende stratejik konumlanma fırsatı sunan çok boyutlu bir dönüşümü hayata geçirecek politika setlerinin hayata geçirilmesi daha hayati öneme sahiptir. Bu nedenle yeni dönemde dış ticaret politikamızın etkinliği, yapısal bir perspektifle yeniden ele alınarak, bütüncül bir politika mimarisiyle desteklenerek ve uygulamada kurumsal kararlılık gösterilerek çok daha güçlenecektir. Hiç şüphe yok ki, Sayın Cumhurbaşkanımızın işaret ettikleri Türkiye Yüzyılı’nda ülkemizin çok kutuplu dünyada rekabetçi, esnek ve dirençli bir aktör haline gelmesi, ancak bu tür uzun soluklu ve entegre yaklaşımlarla mümkün olacaktır.

KAYNAKÇA

Duman, M. C. (2024). ‘Uluslararası kuruluşların Pirus Zaferi: Galibiyet mi yenilgi mi?’, Ekonomi Gazetesi, 26 Mart 2024, Erişim: https://www.ekonomim.com/kose-yazisi/uluslararasi-kuruluslarin-pirus-zaferi-galibiyet-mi-yenilgi-mi/735777

Duman, M. C. (2024). Türkiye’nin İhracat Rekabetçiliğinin Belirleyicileri ve Değişen Dinamikler, II. İktisat ve Toplum Kongresi, Ankara.

European Commission (2023). Directorate-General for Internal Market, Industry, Entrepreneurship and SMEs, Grohol, M. and Veeh, C., Study on the critical raw materials for the EU 2023 – Final report, Publications Office of the European Union, Erişim: https://data.europa.eu/doi/10.2873/725585

Guo, Q., Zhu, S., & Boschma, R. (2020). Networks of export markets and export market diversification. Industrial and Corporate Change, 29(6), 1381-1397.

Hesse, H. (2008). Export diversification and economic growth (Vol. 21, pp. 1-23). Washington, DC: Commission on Growth and Development.

Ticaret Bakanlığı (2022). Uzak Ülkeler Stratejisi, https://ticaret.gov.tr/data/62c696dd13b876ae383fd792/uus_rapor.pdf

Xuefeng, Q., & Yaşar, M. (2016). Export market diversification and firm productivity: Evidence from a large developing country. World Development, 82, 28-47.